Küllerin İçinde: Halep’te 3 Yıl Hayatta Kalmak (2014-2016)

Küllerin İçinde: Halep’te 3 Yıl Hayatta Kalmak (2014-2016) Sesli Anlatım:  https://youtu.be/_CnortvHq84 Ben Ahmed. Savaş başlamadan önce marangozdum. Ellerimle evler inşa…

Resim

 

Küllerin İçinde: Halep’te 3 Yıl Hayatta Kalmak (2014-2016)

Sesli Anlatım: https://youtu.be/_CnortvHq84




Ben Ahmed. Savaş başlamadan önce marangozdum. Ellerimle evler inşa eder, yuvaya sıcaklık katardım. Ahşabın kokusunu, testerenin tahtayı nasıl parçaladığını bilirdim. Ellerim çalıştıkça hayat vardı, gelecek vardı. Ama savaş geldiğinde, artık ne sıcaklık kaldı ne de yuva. Evler artık inşa edilmek için değil, bombalarla yıkılmak için vardı. Ahşap, bir daha kimse oturamayacak evlerin enkazında kırık dökük halde yatıyordu. Ellerimse artık marangozluk yapmak için değil, çöplerin arasında bir parça yiyecek bulmak için kirleniyordu.

Karım Leyla, çocuklarım Yasir ve Nur ile Halep’te sıkışıp kaldık. Sokaklar ilk başta sessizdi. Savaşın başladığını biliyorduk, ama kimse bunun ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamamıştı. Bombaların ilk düştüğü gün, pencereden dışarı baktım. Toz duman arasında bir çığlık yükseldi. O an anladım. Bu savaş, televizyonlarda gördüğümüz haberlerden ibaret değildi. Bu, bizim hayatımızdı. Artık güvenlik, artık huzur, artık günlük rutinler diye bir şey yoktu.

2014’ten 2016’ya kadar her günümüz hayatta kalma mücadelesiydi.

Önce açlık geldi. İnsan, açlığı en fazla birkaç gün boyunca bir sorun olarak görür. Sonra o, zihnini ele geçiren bir saplantıya dönüşür. İlk başta, evde ne varsa yedik. Un, pirinç, mercimek… Hepsi bittiğinde, sertleşmiş eski ekmekleri suyla ıslatarak yemeye başladık. Sonra o da bitti. Çocuklar acıktığında, onlara "Az kaldı, sabret" diyordum. Ama aslında hiçbir şey az kalmamıştı.

Sokakta ot yiyen insanları ilk kez gördüğümde, içim ürperdi. Diz çökmüş, enkazın kenarlarında büyüyen incecik yeşillikleri avuçlarına toplayıp çiğniyorlardı. Leyla’nın sesi titredi: "Biz bu hale mi düşeceğiz?" Düşmeyeceğimizi sandım. Ama birkaç hafta sonra, o otları toplayanlardan biri bendim.

Sonra susuzluk geldi. Açlık öldürmez, yavaşça tüketir. Ama susuzluk seni çaresiz bırakır. Birkaç gün içinde kasların çekilir, başın dönmeye başlar, gözlerin kararır. Çocukların dudakları çatlar, gözlerinin altı çöker. Evdeki su tükenince, yağmur suyu biriktirmeye başladık. Tencereleri, kaseleri, eski plastik şişeleri çatının köşelerine koyduk. Ama yağmur her zaman yağmazdı.

Leyla, günlerce susuz kaldıktan sonra çamurlu birikintiden su içti. Midesi günlerce ağrıdı. Kusarak, titreyerek yattı. Bir ara gözleri bana boş boş baktı. Ölecek sandım. Ama o ölmedi. Çünkü savaş, ölümden önce insanı yüz kere öldürüyordu.

Korku... En çok da korkuyu unutmadım. Gece çöktüğünde, gökyüzüne bakardım. Bombaların ışıkları bazen yıldızlardan daha parlak olurdu. Kafamı çevirip çocuklara bakardım. Yasir’in gözleri açıktı, Nur annesinin karnına sokulmuştu. Onlar uyuyamazdı. Çünkü uyku, ancak güvende olanların lüksüydü.

Her gün düşündüm: Acaba yarını görebilecek miyiz?

Ama sonra anladım ki, savaşta yarın diye bir şey yoktu. Çünkü savaş, zamanı unutturuyordu. Sabah diye bir şey yoktu, akşam diye bir şey yoktu. Sadece "şimdi" vardı. Şu an hayatta olmak ya da olmamak… İşte tek gerçek buydu.

Ve biz, her gün hayatta kalmak için savaşıyorduk. Ama aslında, her gün biraz daha ölüyorduk.

2014 – Açlığın İlk Fısıltıları

Savaş başladığında, ilk başta kimse durumun bu kadar kötüleşeceğini tahmin etmiyordu. O günlerde, sokaklar hâlâ hareketliydi. Marketler açıktı, fırınlar çalışıyordu, insanlar alışverişe gidiyor, çocuklar sokaklarda oynuyordu. Bu, bizlere hâlâ normal bir yaşamın mümkün olduğu hissini veriyordu. Ancak bu, sadece bir yanılsamaydı. Çatışmalar daha da büyüdü, bombalar düşmeye başladı. Artık her gün patlamaların sesleri, halatı gerilmiş bir yay gibi şehri sarmaya başladı. Her geçen gün, bir önceki günün daha da kötüye gittiğini fark ettik. Sokaklar bomboştu. Birçok insan evlerinden çıkmak bir kenara, pencereyi bile açmaz olmuştu.

Bombaların arasında insanlar gitgide daha fazla korkar hale geldi. Birkaç hafta içinde marketler yağmalandı, fırınlar vuruldu, camlar kırıldı. Mahalledeki herkes kendi başının çaresine bakmaya başlamıştı. İnsanlar panik içindeydi. Sonunda, bu kargaşanın içinde, hayatın ne kadar kırılgan olduğunu fark ettik. Bir gıda maddesini dahi bulmak neredeyse imkansız hale geldi.

İlk açlık krizimiz o zaman başladı. Marketlerde sadece harabe raflar kalmıştı. Bir gıda bulabilmek için kuyruklar oluşuyordu, ama bazen sabaha kadar beklesek de ortada hiçbir şey olmuyordu. Herkesin gözü biraz daha derinleşmişti. Mahalledeki insanlar, ellerinde ne varsa takas etmeye başladılar. Ekmek, bulgur, pirinç… Ne bulursa takas yapıyordu. Ekmek karşılığında altın bile verenler oldu. Ancak en kötüsü, kimsenin ekmeğini paylaşmak istememesi ve insanların birbirine yabancılaşmasıydı. Yavaşça, hepimiz birbirimizi yemeye başlamıştık.

Kuru fasulye, pirinç, bulgur… Birkaç hafta içinde bunlar lüks oldu. Hatırlıyorum, bir sabah Leyla bana, "Bugün ne yiyeceğiz?" diye sormuştu. O an, nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Yarım ekmekle günlerce yetinmek zorunda kaldık. O kadar açtık ki, bu yemekleri yerken midemiz şişiyor, ama bir türlü doyamıyorduk. İnsan bedeninin açlığa nasıl dayanabileceğini keşfetmeye başladık. Leyla, çocukları susturmak için "Biraz sabredin, akşam yenecek bir şeyler olacak" diyordu. Ama akşam, en geç iki gün sonra bir başka hikaye oluyordu.

Komşumuz Halid’in elinde hâlâ biraz yiyecek vardı. O an onun elindeki birkaç torba pirinç ve bir şişe sıvı yağ, adeta birer hazine gibi görünüyordu. O kadar ihtiyacımız vardı ki, ne varsa takas etmeye başladık. Karşılığında saat, yüzük, ne bulursa alıyordu. Hani bir zamanlar değeri olan eşyalar, o günlerde neredeyse hiçbir değeri yoktu. Zeytinyağı, biraz un, birkaç kuru bakliyat. O kadar zengindim ki, bir zamanlar altınlarıma kıymetli diyordum. Fakat o an, o eski saatin bana verdiği mutluluk, Halid’in elindeki o bir kilo unla karşılaştırıldığında hiç bir şeydi.

Leyla, bu unla bir ekmek yaptı. Ama ekmek dediğimiz şey, eskiden bildiğimiz yumuşacık, mis gibi kokan ekmek değildi. Un sertti, kabarmıyordu. Leyla sabahın erken saatlerinde bu sert ekmeği pişirdi. Kokusu, bizim için çok değerliydi. Ekmek fırında piştiğinde, Yasir ve Nur o kadar mutluydular ki. Kokuyu aldıklarında, nefeslerini tutarak ekmeği kokladılar. O an, ekmeğin kokuşmuş derinliğine kadar her şeyini hissedebiliyorduk. Fakat o ekmek ne kadar değerli olursa olsun, o kadar sertti ki, bıçakla kesmeye çalışırken, ekmeğin içi birbirine yapışıyordu. Ama bizim için en büyük nimet buydu. Yasir, ekmeği avuçlarının içine alıp hırsla yemeye başladı. Nur da, ağzını açıp ufak parçalar koparmaya çalıştı. O an anladım ki, açlık sadece mideyi değil, ruhu da kemiriyordu. O ekmek, o kokusuyla sadece bir yemek değil, hayatımızın tek gerçeği olmuştu.

Leyla o gece o ekmeği yerken gözlerini kapattı. Yasir, ekmeği bitirdikten sonra bana baktı, ağzındaki ufak kırıntılarla, “Baba, daha var mı?” diye sordu. İçim acıdı. O ekmek sondu. Bir lokma daha… Hayatta kaldığımız her an bir mucizeydi. O gece, hepimiz yatağa aç ve umutsuz bir şekilde yattık. Ama Yasir'in o sorusu, bana gerçek bir ders verdi: Her zaman daha fazlasını ister insan, ama aslında neyi kaybettiğini fark etmez. Bir zamanlar zengin olduğumuzu sanıyorduk. Ama şimdi o kadar yoksuldum ki, ekmeği koklamak bile bir nimetti.

Bir Yıl Sonra: Açlık, Cesetler ve Çöküş

Bir yıl sonra, artık açlık kemiklerimize işlemişti. İlk başta hayatta kalmak için biraz umut vardı. Ama zaman geçtikçe, savaşın kıskacına giren Halep’in sokakları, yaşamla dolu olmaktan çıkmış, terkedilmiş bir mezarlık gibi olmuştu. İnsanlar artık sadece hayatta kalmak için varlardı. Gözlerindeki o eski neşe kaybolmuştu. Yavaşça, insanın içindeki en temel güdüler ortaya çıkmaya başladı. Gıda arayışı, her şeyin önündeydi. İnsanlar çöpleri karıştırıyordu. Mahalledeki herkesin yaptığı tek şey, bir şeyler bulabilmekti. Artık bir kutu konserve veya biraz ekmek için sabahlara kadar çöplerin arasında inliyor, taşların altına bakıyor, her köşe bucakta umutsuzca yemek arıyorduk. O zaman anladım, insanlar hiçbir şeyin garantisi olmadığı bir dünyada, hayatta kalmak için her şeyi yapacak kadar düşebiliyormuş.

Ama açlık öyle bir şeydi ki, insanın beynini de yiyip bitiriyordu. Bir noktadan sonra yemek bulmak için cesetleri soyduklarını duyduğumda, midem kaldırmadı. Ama sonra, bir gün o cesetler de gerçekti. Sokak hayvanları neredeyse tükenmişti. Herkesin hatırladığı son köpek, bir gün kaçarken yakalanmıştı. Diğerleri yavaşça yok oldu. Hadi sokak hayvanlarını yemeye cesaret edemedik, ama insan aç kalınca her şey değişiyordu. İlk başta yaşlılar denedi. Terkedilmiş evlerin önünde, bir köpeği yakalayıp pişirenler… Sonra, açlık her şeyi değiştirdi. Bir zamanlar kutsal saydığımız hayvanları, eski dostlarımızı, yeni bir yemek kaynağı olarak görmek, insana ne kadar yabancılaşabileceğini gösteriyordu.

Komşumuz Ebu Cemal bir gün bir köpek yakaladı. Mahalleye doğru götürdü, etrafına insanlar toplandı. O kadar acıkmıştık ki, kimse ne olduğunu sorgulamıyordu. Ebu Cemal, o köpeği ateşte pişirdi. Yanında herkes bekliyordu. O yemek bir sembol olmuştu, hayatta kalanlar için sadece bir parça yemek değildi. O, bir umut, bir hayatta kalma işaretiydi. Bir parça yemek için yalvaranlar oldu, ellerini açarak ondan bir parça koparmaya çalışanlar vardı Ama Ebu Cemal kimseye vermedi. Yemek ne akdar değerliyse de ama Ebu Cemal ve ailesi için o kadar kötü oldu.Yavaş yavaş kudurmaya başladılar.Ağızlarından köpükler saçmaya başladılar,gözleri kanla dolmuştu ve derileri solmuştu.İnsanlar ve yakınları çaresizce ağladılar.Biraz zaman geçtikten sonra ebu cemal ve ailesini bağlamak zorunda kaldılar.İki gün boyunca kıvrandıklarını,titrediklerini izledik. Sonra vefat ettiler

 Kimse hiçbir şey soramadı. Çünkü herkes bir şekilde o korku ve umutsuzluğu içinde taşıyordu. Mahalledeki o kaybolan adam, belki de hayatta kalanların bir simgesiydi. Kimse hayatta kalmak için neler yapabileceğini bilmiyordu. Bizim içinde olduğumuz durum, sadece bir çöküş değildi; aynı zamanda ruhumuzun ölümünü izlemekti.

Ben? Ben de bir sokak kedisini parçaladım.

Bir kedi… O kediyle saatlerce boğuştum. Bir sokak kedisi, açlıktan titreyen, gözleri korkuyla dolmuş, kimsenin yaklaşmadığı bir kedi. Benim ve Leyla’nın gözleri arasında bir şey var mıydı, emin değilim. Ellerim titriyordu, ama Nur o gece "Baba, açım" dediğinde, hiçbir şey düşünemedim. Bıçağı sapladım. Gözlerim o kedinin gözlerine bakarken bir şeyler koptu içimde. O kedi, o minik yaratık, aslında sadece açlığın ve çaresizliğin bir sembolüydü. Bir zamanlar kocaman bir dünyada, etrafıma bakan insanlardık. Şimdi ise, bir sokak kedisiyle mücadele ediyordum. Leyla ağladı ama bir şey söylemedi. O gözler… Hepimiz o gözlerdeki dehşeti gördük. Ama artık savaşın bize ne yaptığını anlamıştık. Biz bir zamanlar insanlar, sevdiklerimiz için fedakarlıklar yapan insanlar, şimdi sadece hayatta kalmaya çalışan yabanıl varlıklara dönüşmüştük.

 

2016 – Suyu Bile Özlemek

2016'ya geldiğimizde, artık sadece açlık değil, susuzluk da en büyük düşmanımız haline gelmişti. Bir zamanlar doğal ve kolay erişilebilen su, şimdi bir lükstü. Şehirdeki su tesisatları büyük ölçüde tahrip olmuştu. Çatılardan yağmur suyu biriktiriyorduk. Cam şişeleri, eski kovalar, hatta bir zamanlar yemek pişirdiğimiz tencereleri dışarıya koyuyor, her damlanın peşinden koşuyorduk. Yağmur yağarsa, sanki her şey biraz daha güzel olacakmış gibi bir umutla gökyüzüne bakıyor, damlaları dilimizle yakalamaya çalışıyorduk. Ancak, yağmur nadiren geliyordu ve her bir damla, bize biraz daha fazla yaşam umudu veriyordu. O suyu içmek, sanki dünyadaki tek gerçekti.

Ama yağmur da yetmiyordu. Yağmur suyu, bu hayatta kalma çabasında en büyük silahımız olsa da, hâlâ bir miktar suya olan açlığımızı gideremiyorduk. Su bizim için birer mücevher gibiydi, her damlası paha biçilemezdi. Birçok insanın suyu yalnızca içmek için değil, hayatta kalabilmek için bir araç olarak kullandığını çok geçmeden fark ettik. Bir sabah, bazı komşularım, lağımlardan su çekmeye başlamıştı. En başta, bu suyu içmeye kimse cesaret edemedi. Ancak açlık ve susuzluk o kadar kuvvetli bir şekilde baskın çıktı ki, kimse gerisini düşünmedi. Herkesin içi bir şekilde susuzlukla yanıyor, bedeni kuruyordu. Lağımdan su çekmeye başlayanlar, birkaç gün içinde hastalanmaya başladı. Karınları şişti, gözleri çöktü. Dışarıdaki çürümüş et kokusuyla karışan, bu lağım suyunun getirdiği hastalık, birkaç hafta içinde onları öldürdü. O ölümleri gördükçe, her damla suyun ne kadar değerli olduğunu daha çok anlıyorduk.

Yasir bir gün yere düştü. Vücudu zayıflamış, gözleri derinleşmişti. Üzerinden aylarca açlık ve susuzluk geçmişti. O an, Leyla ve ben ne yapacağımızı bilemedik. Oğlumun gözleri boştu. Yalnızca bir kelime fısıldadı: “Su.” O an, her şeyin bittiği an gibi hissettik. Su yoktu. Şehirde su kalmamıştı. Ama biz ne olursa olsun bir şey yapmalıydık. Leyla hemen bir parça bez buldu, onu yağmur suyuna batırıp Yasir’in ağzına sürdü. Gözlerim doldu. Yasir, suyun tadını aldıktan sonra ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki, gözlerinden süzülen yaşlar, susuzluktan kurumuş dudaklarının üzerini ıslattı. O birkaç damla su, aslında sadece içini değil, bedenini de iyileştiriyordu. Ama Yasir, o kadar aç ve susuzdu ki, bir parça su içmek ona her şeyin geri gelmesini sağlıyormuş gibi hissettirdi.

Bir kaç damla su için ağlamak… İşte bu, savaşın insana ne hâle getirdiğini gösteriyordu. O an, hepimizin içinde bir şeyler kırıldı. Bu, artık sadece bedensel bir açlık değil, ruhsal bir çöküştü. Yavaşça her şeyin kaybolduğunu, her şeyin yavaşça tükendiğini fark ediyorduk. İnsanlık, bazen sadece birkaç damla su ve bir lokma ekmekle var olur. O suyun değeri, her şeyin ötesindeydi.

KAÇIŞ: ÖLÜM YOLU

Halep, artık yaşanmaz hâle gelmişti. Her geçen gün, savaşın yaraları daha derinleşiyor, şehir yaşamını yavaşça yutuyordu. Birçok kişi gibi biz de şehirden çıkma şansı doğduğunda, bu fırsatı değerlendirmeye karar verdik. Her şeyin daha da kötüleşeceğini, burada kalmanın ne kadar tehlikeli olduğunu çok geçmeden fark etmiştik. Gece, her şeyin en karanlık anıydı. O yüzden, sessizce yürümek zorundaydık. Ay ışığında, siluetlerimiz belli oluyordu, fakat her adımda ölümle yüzleşmek zorundaydık. Bir grup insanla birlikte yola çıktık, her birimiz hayatta kalmak için bir umut taşıyorduk.

Yanımda Leyla, Yasir ve Nur vardı. O kadar zor bir durumdaydık ki, kimse gerçekten ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Etrafımızda başka insanlar da vardı; bazıları ellerinde bir şeyler taşırken, diğerleri sadece yürüyordu, başları eğik, gözlerinde umutsuzluk vardı. Bir kadın, kucağında bebeğini taşıyordu. Bebeğin hiç sesi çıkmıyordu, sadece cansız bir şekilde, annesinin kollarında sükûnetle yatıyordu. Hiç ağlamıyordu, çünkü çoktan ölmüştü. Savaş, bebeklerin hayatını bile çalmıştı. Bu görüntü, ruhumuzu derinden sarstı. Artık kimseyi kaybetmek istemiyorduk, ama kaybetmek her an herkesin gerçeği oluyordu.

Birden, silah sesleri yankılandı. Etrafımızdaki karanlıkta bir tehdit vardı. DAEŞ’in kontrol noktasına yaklaştığımızı hemen anladık. Siyah bayraklar dalgalanıyordu, karanlık gölgelerin arasında adamlar belirdi. Gözlerindeki ifade ölüydü, ama hepsi birer hayatta kalanı temsil ediyordu. Birer ölüm makinesi gibi hareket ediyorlardı, hiçbir insani duygu yoktu. Silahlarının ucundan, ölüm kokuyordu.

Adamlar, hızla bizi iki gruba ayırdı. Erkekleri bir yana, kadınları başka bir yana topladılar. Leyla'nın elini sıkıca tuttum, ama o an bile korku içimi sararken, silahlı biri gelip onu çekti. Onunla birlikte gitmesine engel olamıyordum. "Hayır! Bırakın!" diye bağırdım. Leyla çığlık attı, gözleri benden yardım bekliyordu. Ama ne yazık ki, elimden hiçbir şey gelmedi. Adam, silahın dipçiğini kafama indirdi. Güçlü bir darbe… Gözlerim karardı, bedenim yere yığıldı. O an, her şey kayboldu.

Uyandığımda, başımda korkunç bir baş ağrısı vardı. Gözlerimi açtım, etrafımı görmeye çalıştım. Çocuklarım vardı, Yasir ve Nur yanımdaydı. Ama Leyla… Leyla yoktu. Onu bir anda kaybetmiştim. O anı, bir hayat boyu unutamayacağımı biliyordum. Yasir bana baktı. Gözlerinde hiçbir duygu yoktu, sadece bir boşluk vardı. Artık o, savaşın içinden doğmuş bir hayatta kalandı. Bütün çocuklar gibi değil, bir savaş çocuğuydu. Ne çocukluğu kalmıştı ne de hayalleri.

"Baba," dedi Yasir, sesinde bir boşluk, bir korku vardı. “Anne nerede?”
O an, dilim tutuldu. Ona cevap veremedim. Söyleyecek tek bir kelime bile bulamıyordum. Oğlum, annesini soruyordu, ben ise onu kaybetmiştim. Hem Leyla’yı hem de insanlığımızı. Oğluma tek bir şey söyleyemedim. O an, her şeyin sona erdiğini hissettim. Biz sadece hayatta kalmak için mücadele ediyorduk ama insanlık, biz ve sevdiklerimiz arasında çoktan kaybolmuştu.

 

O an her şey bir anda durdu, dünya sessizleşti. Leyla’nın gidişiyle, içimde bir şeyler kırıldı. Ama her şeyin ötesinde, Yasir ve Nur vardı. Onlara karşı sorumluluğum vardı, ancak o an bana bir baba olmanın ne demek olduğunu hatırlatacak hiçbir şey kalmamıştı. Gözlerim, onlardan bir yanıt bekliyor, ama kalbim, Leyla'nın kaybıyla paramparça olmuştu. Yasir bana bakıyordu, gözlerinde bir boşluk vardı, bir hiçlik. Bir çocuk, anne sevgisi olmadan nasıl büyür? Bir çocuk, savaşın korkunçluğu içinde annesini kaybedince nasıl hayatta kalabilir? Yasir’in gözleri bana soruyordu: "Baba, anne nerede?" Ama ben, o soruya cevap verecek bir insan olmaktan çıkmıştım. Bir kayıp, bir boşluk, sadece korku ve öfkeyle kalmıştım.

Leyla'nın kaybı, belki de hayatımda yaşadığım en büyük travmaydı. Ama bu acı, biz savaşçılara her gün sunulan bir gerçekti: Acıya alışmak zorundaydık. Savaşta insanlar, yalnızca hayatta kalmak için değil, kimliklerini, sevdiklerini, insani değerlerini de kaybediyorlardı. Leyla’yı kaybetmek, benim için sadece fiziksel bir kayıp değildi. O, savaşın en yıkıcı yüzünü yüzüme vurmuştu. O an, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını hissettim.

Yasir, bir çocuğun taşıyabileceği tüm acıyı, kendi omuzlarında taşıyordu. Ama bir bakış, bir soru vardı. O bakış, bana derinden dokundu. Ona cevap veremedim, çünkü bu dünyada bana ait hiçbir şey kalmamıştı. Ona sadece, "Anneyi bulacağız," dedim. Ama o söz de, gerçeklikten uzak bir umut gibiydi. O an, savaşın her bir anı nasıl yavaşça bizi çürüttüğünü, insanlığımızı yok ettiğini daha iyi anladım.

Bir süre, yalnızca sessizlik vardı. Çocuklarımla birlikte, o kalabalık, karanlık yolda yürümeye devam ettik. Savaşın yarattığı kaos, çığlıklar, silah sesleri, her şey birbirine karışıyordu. Havanın içinde bir ölüm kokusu vardı. Ama bir şey daha vardı, bizim gibi hayatta kalmaya çalışan insanlar da vardı. Yavaşça, umutla, belki de sadece bir adım daha atmak için, bir sonraki kaçış noktasına ulaşmaya çalışıyorduk. Ancak, geriye bakmak, kaybettiklerimizi hatırlamak, her adımda daha da zorlaşıyordu.

Geceyi geçirmek, adım başı ölümle burun buruna gelmek, karanlıkta yalnızca hayatta kalmaya çalışmak… Bu geceyi geçirmek, kaçmak kadar zordu. Her köşe başında, her karanlıkta, bir ölüm bekliyordu. Silahlı adamlar, kontrol noktalarını geçmemizi engellemeye çalışıyordu. Her an, başka bir tehlike peşimizdeydi. Ama biz bir adım daha atmak zorundaydık. Kaçış, hayatta kalmanın tek yolu gibi görünüyordu.

Yasir ve Nur, beni takip ediyorlardı. Arada bir ellerimi sıkıca tutuyorlar, bazen bir korku çığlığı atıyorlardı. Onların korkusunu görmek, bana acıyı bir kez daha hatırlatıyordu. Bir baba olarak, çocuklarımın acılarını görmemek için her şeyi yapardım. Ama bu savaş, bizleri yavaşça yuttu, birer yudum gibi. Artık, kaçacak hiçbir yerimiz yoktu.

Birkaç gün boyunca, geceyi gündüze, karanlığı aydınlığa karıştırarak ilerledik. Savaşta bir adım attıkça, insanlık daha da geride kaldı. Savaş, ne kadar ilerlerse ilerlesin, arkasında sadece hüsran bırakıyordu. O geceyi, o kaçışı, ölümün gölgesini her adımda hissetmek, bizi iyice tükenmiş hissettirdi. Ama hep bir umut vardı, hep bir çıkış yolu arıyorduk. Çıkacak bir yer, yaşayacağımız bir hayat belki de kaybolmuştu ama, hayatta kalabilmek için her şeyi göze almak zorundaydık. Bunu yapmazsak, sadece ölüme teslim olacağımızı biliyorduk.

Savaş bitti diyorlar. Ama biz, onun ne demek olduğunu çok iyi biliyoruz. Hayır, savaş bizim için asla bitmeyecek. Bizim için, bittiğini söylemek, sadece bir yalandan ibaret. Savaş, bazılarının zafer kazandığı, bazılarının yitip gittiği bir süreç olabilir ama bizim için savaş, her gün devam eden bir kabus. Çünkü savaş, sadece bombalarla, kurşunlarla değil, insanın ruhunda, kalbinde de iz bırakıyor.

Biz, o izleri taşımak zorunda kaldık. Savaşın gölgesinde büyüdük, her birimizin üzerinde kaybolmuş hayatların ağırlığı vardı. Leyla’yı kaybettim, çocuklarımın hayatını kaybetmekten kurtardım, ama bu beni savaşın gerçek yüzünden kurtarmadı. Savaş, bedenimizi değil, ruhumuzu çürütüyor. Kırık dökük kalpler, yıkık düşler… Her şeyin sonunda geriye kalan tek şey, sadece yaşamak için bir mücadele.

Hayatta kalmak mı? Hayır, biz hayatta kalmadık. Biz sadece ölmek için biraz daha zaman kazandık. Bizim öykümüz, hayatın en karanlık köşelerinde kaybolmuş bir grup insandan geriye kalan birkaç kırıntıdır. Biz hayatta kalmak için bir arada kaldık ama bu da, bir anlamda bizim sonumuzu geciktirdi. Ne geçmişimiz kaldı, ne de geleceğimiz. Geride sadece anılarımız var. Savaş, her şeyimizi aldı. Ailemizi, köyümüzü, evlerimizi… Ve ruhumuzu.

Bizi hayatta tutan şey, sadece bir umut muydu? Belki… Ama o umut, zamanla soldu, yok oldu. Şimdi geriye kalan tek şey, gözlerimizdeki boşluk ve içimizdeki o derin yaradır. Hayatta kalmak, savaşın ölüme yönelttiği bir yolculuktu. Ve bu yolculuk, ne zaman biter, kimse bilemez.

Bizim için savaş, bitmeyecek. Çünkü gerçek savaş, ruhumuzda devam ediyor. Savaşın sonunda kazanan yoktur. Yalnızca kaybedenler vardır. Ve biz, kaybedenleriz.

 

Bu yayınları beğenebilirsiniz

Yorumlar